Ana içeriğe atla

Dil İnkılabı


Dil İnkılabı
Dil İnkılabı: Türkçenin, vatandaşlarının çoğunun anlayamadığı yabancı kökenli sözler ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp, Türkiye Cumhuriyeti’ nin ortak ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan devrime denir.

Dil Devrimi ile başlayan gelişmelere göz atmadan önce devrimin tarihini, onu gerekli kılan nedenleri ve coğrafî sınırlarını belirtmek devrimin anlaşılması açısından faydalı olacaktır.

Dil Davası Nereden Kaynaklanıyordu?


Bilindiği gibi her dil, yüzyıllar boyunca süregelen zamana bağlı akışı içinde bir yandan doğrudan doğruya kendi iç yapısından gelen değişme ve gelişmelere uğrar.  Buna dilin, iç tarihi ile ilgili değişmeler ve gelişmeler de denebilir. Bir yandan da din değiştirme, yeni medeniyet a
lanlarına girme, kültür aşılamalarına maruz kalma gibi çeşitli tarihi, sosyal ve kültürel değişmelere bağlı olarak dış yapısında değişiklikler meydana gelebilir. Buna dilin dış tarihi ile ilgili değişmeler de denebilir.
            Örneğin: Gelmek, görmek, girmek kelimelerinin Türkçenin 8.-13. yüzyıllar arasındaki devresinde, kelime başında ‘k’ sesi ile kelmek, körmek, kirmek şeklinde ifade edilmesi dilin iç tarihi ile ilgili değişmesidir. Ancak Türklerin 10. yüzyıl itibariyle neredeyse tamamının İslamiyet’ e geçişiyle ‘Tengri ,Tanrı’ kelimesinin yerini ‘Allah’ kelimesinin alması ise dilin dış tarihi ile ilgili değişmesine örnektir.
Bir dili kendi içine hapsederek dış etkenlerden korumak mümkün değildir. Her dil ihtiyaçları ölçüsünde başka bir dilden kelime alacak ve diğer dillere kelimeler verecektir. Ancak kelime alışında normali aşan bir durum olduğunda dil bu durumdan zarar görür. Dış yapıda olan ve dışarıdan gelen aşırı değişme zamanla dilin kendi doğal sürecinde meydana gelen değişmeleri de bastıracağından dili bir tıkanıklığa sürükler.  Böylece dil, başka dillerin boyunduruğu altına girmiş olur.
İşte bizim Tanzimat döneminde ortaya çıkmış olan dil davası da üçlü ve melez bir dil niteliğinde olan Osmanlı Türkçesinin geniş kitlelere mâl edilemeyen sun’ i yapısına bir tepkidir. Gerçi Osmanlı Türkçesi devrinin kültür şartları içerisinde çok iyi işlenmiş ve bir kültür dili haline getirilmişti ancak dilin Türkçe yanı gittikçe eridiği için geniş halk kitlelerine seslenme vasfını yitirmişti. Çok sıradan ifadelerde bile konuşmanın yerini mükaleme, tartışmanın yerini müsademe almıştı.
Saray ve çevresindeki zümrede koyu bir Osmanlı- İslam kültürü yaşanıyor, dil Arapçalaşmaya, Acemleşmeye başlıyordu ve dolayısıyla artık Türkçenin yetersizliğinden de bahsedilip hor görülüyordu.  Şeyhoğlu gibi şairlerin Türkçeyi aşağılayan şiirleri o dönemdeki genel görüşü gözlerimizin önüne sermektedir. O dönemlerde körelmiş olan milli şuur yüzünden Türkçe ancak halk edebiyatında ve halka yönelmiş olan basit konulu eserlerde kendini gösterebilmiş veya günlük ihtiyaca cevap veren bir konuşma dili olarak süre gelmiştir.
1839 yılında başlayan Tanzimat hareketi ile Batı’ ya yöneliş dönemi başlamış ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar nedeniyle Osmanlıca üzerinde de ıslahat gereksinimi doğmuştur ve sadeleşme adı altında bir dil davası ortaya atılmıştır. Şinasi’ nin öncülüğünde başlayan bu hareket Osmanlıcanın sadeleştirilmesine dayanıyordu yani onun daha anlaşılır hale getirilmesini savunuyordu. Dilin yapısında ve örgüsünde Türkçeyi hâkim kılmak gibi bir yenileşme anlayışı olmadığından dili ancak daha anlaşılır bir yeni Osmanlıca merhalesine taşıyabiliyordu. Bu nedenle Tanzimat Devri bir arayış ve deneme devri olmaktan öteye geçememiştir. Gerçi Osmanlıcanın ağırlığına bir tepki olarak ortaya çıkan ve dildeki bütün Arapça ve Farsça kelimeleri atmayı savunan ‘tasfiyecilik’ anlayışı da ortaya atılmıştır ancak bir denge unsuru olarak ‘sadeleştirme’ daha ağır basmıştır. Ağır ve ağdalı bir dili savunan ‘Fesahatçılık’ ile ‘Tasfiyecilik’ arasındaki tartışmanın en çok alevlendiği dönem Servet-i Fünûn dönemidir. Bu dönemin sanatçıları sözlüklerdeki unutulmuş yabancı sözleri çıkarıp kullandıkları gibi ‘şems’ten ‘müşemmes’(güneşli) gibi tumturaklı kelimeler de türetmişlerdir.
Dil davası, sadeleşme ve Türkçeleşme yolunda çok daha olumlu sonuçlara ulaşan şuurlu bir hareket haline gelişini 1908’ den sonraki yıllara borçludur.
1911-1923 yılları arasını kaplayan Milli Edebiyat döneminde “milli bir edebiyat için milli bir dil gereklidir” anlayışı benimsendiği için bu dönemde Türk dili açısından çok önemli gelişmeler olmuştur. Milli bir dil kullanılmaya çalışılırken halk arasındaki canlı dil ve İstanbul Türkçesinin esas alınması Türkçenin sadeleşmesi bakımından bir hayli yol alınmasını sağlamıştır. Bu konuda Mehmet Emin, Ali Canip, Ömer Seyfettin vb. nin öncülük ettikleri Türkçecilik ve Yeni Lisan akımı büyük hizmet görmüştür. Bu düşünceler daha sonra da Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilerek daha sağlam bir temele oturtulmuştur.
Onların açtığı çığır, “Bir dilden başka kelime alınabilir ama kaide alınmaz” biçiminde yıllarca dillerde dolaşan bir sözle yazılageldi. O yıllarda Arapça tamlamalardan çok Farsça tamlamalar üzerinde durulmuş, ilk iş olarak tamlamayı oluşturan kelimelerin yerleri değiştirilmiş tarzı-ı hayat gibi bir tamlama hayat tarzı biçiminde Türkçenin tamlama kuralına uygun olarak belirtisiz tamlamaya dönüştürülmüş.
Dil davasının ikinci dönemi olarak adlandırılabilecek olan bu dönem sayesinde “Tasfiyecilik” ve “Fesahatçılık” olarak iki zıt kutuba ayrılmış olan dil görüşleri çok sağlıklı bir şekilde sentezlenebilmiştir. Bu dönem ile birlikte Türkçe Osmanlıcalık vasfından sıyrılarak yapı ve örgü bakımından Türkiye Türkçesi dediğimiz modern Türkçeye geçebilmiştir. Bu sayede de Türkçe, Cumhuriyet devrine uzun bir mesafe katetmiş olarak girebilmiştir.
Cumhuriyet devrine girildiği zaman dil konusunda çok iyi gelişmeler olsa da Türkçenin yapı ve işleyişine ters düşen yığınlarca yabancı kaynaklı ek ve kelimelerle kurulmuş isim, sıfat ve zarfların bulunuşu, sözlük, gramer ve terim meselelerinin askıda kalmış olması dil ile ilgili çok daha fazla çalışmayı gerektiriyordu.
Atatürk, 1932’ de başlatmış olduğu ve çalışmalarına bizzat katıldığı Dil İnkılâbı ile Türk diline devlet felsefesinin ve milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla eğilmiş ve çalışmaları desteklemiştir. Onun dil inkılabı ile ulaşmak istediği hedef:
1
. Aydınların dili ile halkın dili arasındaki açığı iyice kapatmak ve dilin bütünleştirici bir görev üstlenmesini sağlayabilmek.
2.Türk diline milli bir gelişme yolu çizebilmek.
3.Eğitimi millileştirmek ve öğretimi milli terbiyenin gerekli kıldığı şekilde milli bir eğitim diline kavuşturmak.
4.Dile işleklik kazandırarak dilin milli kültürün aktarılmasında eşsiz bir vasıta olmasını sağlamak.
5.Dil inkılabı ile çizilmiş olan bu yola ulaşılabilmesi için dilin millet ve kültür varlığı ile tarih şuuru içindeki yerine oturtulabilmesi. Dolayısıyla, Türk milletine olduğu gibi Türk diline de bir kimlik kazandırılabilir.
            Cumhuriyet devri dil çalışmaları bilimsel çalışmalar ve dil inkılabı ile ilgili çalışmalar olarak iki ayrı bölümde incelenebilir. Cumhuriyet döneminde Türk dilinin bir bilim dalı olarak ele alınması hatta dil ve tarih konularını derinlemesine ve yan dallarıyla inceleyecek olan müstakil bir fakültenin bile açılması bu dönemde Türkçeye ne kadar derinlemesine ölçülerle eğilinmiş olunduğunun bir delilidir.
            Dil inkılabı ile ilgili çalışmalar ise Atatürk tarafından kurdurulmuş olan ve hatta ilk tüzük taslağı kendince hazırlanmış olan bir dernek eliyle (Türk Dili Tetkik Cemiyeti ) yürütülmüşür. Bu çalışmaları nitelik ve yöntem bakımından Atatürk dönemi ve Atatürk’ ten sonraki dönem olarak iki ayrı dönemde incelemek daha doğru olacaktır.
            Dil inkılabının 1932-1982 yılları arasındaki dönemini değerlendirecek olursak bu dönemde dilimizdeki Arapça ve Farsça kökenli kelime, ek ve tamlamaların Türkçeden temizlendiğini ve artık Türkçenin Arapça ve Farsça ile neredeyse hiçbir sorununun kalmadığını göreceğiz.  Bu dönem çalışmaları sayesinde anadil bilinci ve sevgisi artmış, Türkçenin korunması ve geliştirilmesi yönünde ki çalışmaların sayısı bir hayli artmıştır. Dilimiz Osmanlıcalık vasfından sıyrılarak kendi özgün yapısına kavuşmuştur. Ancak bu olumlu gelişmelerin yanı sıra özellikle 1960-1982 yılları arasında dil inkılabı ile uyuşmayan aşırı özleştirmecilik anlayışının neredeyse bir akım haline gelecek kadar yoğunlaşması nedeniyle Türkçe birçok yeni sorunla karşı karşıya kalmıştır. Bu sorunların belli başlılarını şu noktalarda toplayabiliriz:
            1.1932 yılında kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonra Türk Dil Kurumu adını alacaktır)’ nin kuruluşundan sonra, 1. Türk Dil Kurultayı’ nda alınan kararlar gereğince, Atatürk’ ün direktifi ile Türk dilini en modern dilcilik metotlarıyla incelemeyi gerektiren mükemmel bir çalışma programı hazırlanmıştır. Ancak daha sonra Atatürk devrinde bu programın bazı maddelerine uyularak çalışmalar yürütüldüğü halde Atatürk’ ten sonraki dönemde bu çalışmalar dil inkılabından çok farklı bir yöntemle ilerlemiştir. Hatta bir yöntemsizliğin eline düşmüştür denebilir. İşte bu gün ortaya çıkan sorunların büyük bir kısmı bu yanlış yönlendirmeler yüzündendir. Atatürk döneminde hazırlanmış olan çalışma programında Türkçenin yapı özelliklerinin ve türetme imkanlarının belirlenmesi için derinlemesine çalışmalar yapılması yer aldığı halde Atatürk’ ten sonraki dönemde Arapça, Farsça kökenli her söze bir Türkçe karşılık arandığı halde ana kaynaklara derinlemesine inen bir ekler sözlüğü bile hazırlanmamış bu nedenle de Türkçenin yapı ve kurallarına ters düşen birçok kelime türetilmiştir.
            2. Özleştirmeciliğin dildeki bütün yabancı kökenli kelimeleri atma düşüncesi Türkçe üzerinde büyük bir kargaşaya sebep olmuştur. Halk ağızlarına ve eski kaynaklara inerek yapılan çalışmalar sonucunda artık tamamıyla Türkçeleşmiş kelimeler yerine buralardan elde edilen Türkçe kökenli oldukları düşünülen kelimeler getirilmeye başlıyordu. Kalem kelimesi yerine yazgaç, çizgiç, yavuş ve yoğuş gibi her biri ayrı lehçelerden gelme kelimeler öneriliyordu . Türkçenin ses ve şekil bilgisine uymayan ve Türkiye Türkçesinin tarihi gelişim sürecine ters düşen bu kelimeler anlaşılmıyor aksine birer yabancı kelimeden farksız duruyorlardı. Bu kelimeler basılı yayında yer almaya başlayınca bu durum bir kargaşa ve anlaşmazlık yaratıyordu. Elbette ki böyle bir anlayış ne dil inkılabının felsefesine ne de milli kültür politikasına uyuyordu.
            Özleştirme çalışmalarının tasfiyecilik ile böyle bir çıkmaza girdiğini gören Atatürk: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır, biz daha önce kurtarmaya bakalım” demiştir.
            Atatürk 1936 yılından sonra artık tasfiyeciliğe de itibar etmemiş Türkçenin ana kaynaklarına inen çalışmalar yapılmasını telkin etmiştir. Diğer yandan da millete köklü bir tarih-dil şuuru aşılamak istemiştir. Atatürk tasfiyecilik anlayışının dili bir çıkmaza sürüklediğini görmüş ve Güneş Dil Teorisini tasfiyeciliğin önünü pratik bir şekilde kapatmak için kullanmıştır. Bu teoriye göre Türkçe madem dünyadaki en eski dillerden biriydi o zaman o zaman bütün dillere de kaynaklık etmiş demekti. Bu nedenle de yabancı kökenli olduğu düşünülen kelimeler de aslında Türkçe kökenli idi. Bu düşüncenin ışığında dilden her türlü yabancı kelimenin atılmasına gerek olmadığı ve halkın büyük çoğunluğu tarafından bilinen ve edebiyatta da bolca kullanılan kelimelerin atılmaması gerektiği düşüncesi açığa çıkmıştı. Atatürk bu konudaki düşüncelerini şu sözleri ile ifade etmiştir: “ Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’ e söyledim, “ketebe”, “yektübü” arabındır katip, kitap, mektup Türkündür”.
            3. Dilcilik açısında bugün üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri yeni durumlardan doğan ihtiyaçlar nedeniyle Batı dillerinden Türkçeye giren yabancı kaynaklı kelime akınıdır. Artık günlük konuşmamıza bile girmiş olan bu kelimelerin birçoğu Türkçenin yapı ve kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Günlük kullanıma dahil olan bu kelimelerin çoğuna yeni Türkçe karşılıklar bulmak mümkündür.  Bilgisayar teknolojisi ile birlikte 20.000 elektronik teknolojisi ile de 10.000 civarında terim ve kelime meydana çıkmıştır. Fransızca, Rusça, Japonca gibi dillerin çoğu bu yeni kelimeler için kendi dillerinde karşılıklar bulmuşlardır. Bu terim ve kelimelere karşı da Türkçe karşılık arayışları olsa da bunlar için daha köklü ve bilimsel çalışmaların yapılması gerekmektedir.
            Ayrıca dilimiz Doğu ve Batı kaynaklı bilim terimlerine ve yeni durumların açığa çıkardığı kavramlara karşı yeni Türkçe kelimeler türetme sorunu ile de karşı karşıyadır.
            4. Her dil gibi Türkçe de içinde bulunduğu kültürel ve sosyal şartlara bağlı olarak Farsça, Rumca, Sırpça, Rusça ve Romence gibi birçok dile kelimeler vermiş ve bu dillerden kelimeler almıştır. Dilimiz dışarıdan almış olduğu bu kelimelerden bir kısmını kendi kural ve yapı süzgecinden geçirerek onları Türkçeleştirmiştir (Nerdbân/merdiven,  zukak/sokak, taht’ ı kâl’ a/ Tahtakale gibi). Artık bu kelimeler birer Türkçe kelimeden farksız hale gelmiştir.
            Türkçeleşmiş kelimeleri halkın büyük çoğunluğu anladığı için ve hatta ek alarak yeni türetmelerde bile kullanılabilir hale geldikleri için bu kelimeleri dilden atmak dili büzüştürür ve zayıflatır. Tasfiyecilik anlayışı ile halkın ortak kültürüne mal olmuş bu kelimeleri dilden atmak onu zararlı bir şekilde budar ve yüz yıllar boyunca elde etmiş olduğu ifade gücünü zayıflatır.
            5. Tasfiyeciliğin doğurduğu sakat uygulamalardan biri de Türkçe zannı ile yabancı kelimelerin dile sürülmesi veya öz be öz Türkçe olan kelimelerin yabancı kökenli olduğu sanılarak dilden uzaklaştırılmasıdır. Mecburiyet ve zaruret kelimelerine karşılık olarak öne sürülen ve ‘zor’ kelimesi Türkçe sanılarak türetilen ‘zorunluluk’ sözü aslında hartalıdır. Çünkü zorunluluğun kökü olan “zor” Farsçadan dilimize geçmiştir ve dilimizde tek başına anlamı olmayan “zorun” gibi bir sözün ortaya çıkmasına da sebep olmuştur.
            6. Her dilin olduğu gibi Türkçenin de yapı ve işleyişini belirli bir sisteme bağlayan kurallar topluluğu ve grameri vardır. Oysa özleştirmecilik adı altında yürütülen çalışmalarda bu durum göz ardı edilmiş ve türetme yapılırken Türkçe bir kuralsızlığın içine bırakılmıştır.
            Dilin kurallarına uygun olmayan kelimeler dil ile düşünce arasındaki bağı koparır. Çünkü zihindeki her kavram ile o kavramın karşılığı olan kelime ile arasında bir bağlantı ve denklik söz konusudur. Bu denklik ve bağlantılar dilin ortak kuralları ile sağlanır. Örneğin: Giy- fiiline “-Im” eki getirilerek türetilen “giyim” sözünü duyduğumuzda aklımızda ilgili kavrama dair bir şeyler hemen canlanır çünkü fiile getirilen “-Im” eki bir fiil olan giy- sözüyle kullanılmıştır. Fakat aynı ek “tasarım” sözünde kullanıldığında ilgili kavram zihinde hemen canlanamaz çünkü ek bu sefer bir isimle birlikte kullanılmıştır.
            Dilin bu türlü uygulamalarla bağlı bulunduğu kurallardan ve sistem yapısından koparılmış olması yeni kelime türetme şartları bakımından onu donmuş bir takım kelime kalıpları içine sıkıştırmakta, kendi kendini geliştirerek işleklik kazanmasına engel olmaktadır. Bu durumda dil Osmanlıca gibi sadece belirli bir zümrenin anlayabildiği bir iletişim aracına dönüşmektedir.
            Görüldüğü gibi tasfiyecilik düşüncesinden açığa çıkan bu durumlardan dolayı dil inkılabının hedeflerinden uzaklaşılmakta ve dil inkılabına t6ers düşen bu gibi uygulamalar yüzünden dil birleştiricilik ve bütünleştiricilik vasfını kaybetmektedir.
            7. Ne olursa olsun Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmama isteği üzerine Türkçeleşmiş olan sözlere de karşılık arama gayreti yüzünden bir kelimeye birçok anlam yüklenmiş ve bu da dilin inceliklerinden mahrum kalmasına neden olmuştur. Örneğin: Neden kelimesi “sebep, vasıta, münasebet, dolayı” kelimelerine karşılık olarak kullanılmaktadır. Aslında aralarında çok küçük anlam farklılıkları olan bu kelimelerin o zengin yönleri bir tarafa itilmiş ve Türkçe gereksiz bir budama ile fakirleştirilmeye başlanmıştır.
Ayrıca atasözleri ve deyimlerde de kullanılan sözlerin de yerine yenilerinin getirilmesi ile bu güzel sözler anlam dolgunluklarını yitirmiş ve değerlerini kaybetmişlerdir.
            8. Yeni türetilen ve Türkçenin kurallarına uymayan kelimeler dile oturmadığı için dil ile sosyal yapı, dil ile düşünce arasındaki bağı koparmıştır. Artık dil sadece belirli bir zümrenin anlayabildiği bir yapıya bürünmüştür.
            Dil bir kültür yaratıcı olarak da karşımıza çıkar. Çünkü duygu ve düşüncenin tam ve eksiz olarak anlatılabilmesi dilin mükemmelliğine bağlıdır. Üstün düşünceler ancak mükemmel bir dil ile açığa çıkartılabilirler Dil yönünden zayıf olan bir milletin doğal olarak kültürü de zayıf olacağı için üst kültürlerden daha çok etkilenecek ve kültür aşılamalarına daha da açık hale geleceklerdir. Atatürk bunu çok iyi bildiği için dil ve tarih araştırmalarını bir arada yürütmüş ve güçlü bir kültürün açığa çıkartılabilmesi için çalışmıştır.
Özellikle 1962 ve 1982 yılları arasındaki aşırı özleştirmecilik hareketi yüzünden dilimiz ve doğal olarak kültürümüz büyük zarar görmüştür . Atatürk’ ün düşünceleri milli değerleri vazgeçilmez kılarken aşırı özleştirmeciler bu değerlere sırt çevirebilmektedirler. Buradan da çok iyi görülüyor ki özleştirmeciler dil inkılabının amaçlarından sapmış ve ona ters düşen çalışmalar içine girmişlerdir. Yaptıkları çalışmalarda dile ve kültüre zararlı yanları ağır basmaktadır. Dilde inkılâpçılık ile özleştirmecilik hareketleri felsefeleri açısından birbirleri ile bağdaşmadıkları gibi amaçları bakımından da birbirleri ile bağdaşamamaktadırlar.

Pars Halil (Sokak Lambası)

                                                                 KAYNAKÇA
            Korkmaz, Zeynep, Nisan 1983,Türkçenin Bu Günkü Sorunları, Milli Kültür,C. III, S. 39, s. 2-9.
                Zeynep Korkmaz, Türk Dili Üzerine Bilimsel Araştırmalar, TDK, 2005, s.651-657
                Zülfikar, Hamza, Mart 2010, Dünden Bugüne Türkçe, Türk Dili, Sayı: 698, 122-125
Zülfikar, Hamza, Mart 2010, Dünden Bugüne Türkçe, Türk Dili, Sayı: 697, 50-58



Bana ait olan bu yazının başka bloglarda izinsiz olarak yayınlanmasını ve üstüne üstlük yazarların bu yazıyı kendilerine aitmiş gibi paylaşmalarını esefle kınıyorum!.. Lütfen yazıyı ya sayfalarınızdan kaldırın ya da nereden alıntı yaptığınızı belirtin!..

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkçe İsimlerin İngilizceleri

Bazı isimler dünyanın hemen her yerinde ve hemen her toplumunda kullanılmaktadır. Bu isimlerin her yerde kullanılmasının temel nedenleri; ilahi dinlerde geçmeleri, sömürgecilik anlayışına bağlı kültürel aktarımlar sonucu kullandırılmış olmaları, diğer kültürlere özenme, tarihe damgasını vurmuş liderlerin isimleri olmaları... gibidir. Peki bizim dilimiz ile İngilizcede ortak olarak kullanılan isimler nelerdir_  İşte bu isimlerden bazıları: Türkçe-İngilizce Süleyman ----> soloman Yunus ----> Jonah Nuh ----> Noah Zekeriya ----> Zacharia Meryem ----> Mary Adem---->Zdam Kamuran ---->C ameron Can ----> John İsa ----> Jesus Musa ----> Moses Kerem ----> Kareem Kenan ----> Keenan Yusuf ----> Joseph Yasemin ----> Jasmine Bünyamin ----> Benjamin Biryan ----> Brian İshak ----> İsaac Yakup---->Jakop Selin  ----> Selene Defne ----> Dephny Harun ----> Aaron. >>Türk ünlüler İngiliz olsalardı isimleri ne olurdu? Görmek için tıkla

Selfie'nin Türkçe Anlamı Nedir? Selfie'nin Türkçe Karşılığı Nedir?

Selfi'ye Türkçe Karşılık Bir selfie furyasıdır gidiyor memlekette ve dünyada. Herkes selfie çekiyor da nedir bu selfie?  Selfie ne demektir? Türkçe Karşılığı nedir? Öncelikle anlamına bakalım: Selfie , fotoğraf makinasını ter çevirerek insanın kendi resmini çekmesi demektir. Bu kadar basit ama sıkıntı Türkçe karşılığında. TDK geçenlerde yaptığı açıklamada selfie kelimesi için Türkçe karşılık arandığını ancak henüz bir  karşılık bulamadıklarını açıkladı. Ben de sizlere hadi bir beyin fırtınası yapalım diyorum.  Aklııuza gelen ilk Türkçe karşılığı yazın.  Ben de en beğenileni ası(afiş) olarak hazırlayıp yayınlayayım. Facebook impressum hakkında bilgi almak için tıklayın

Düşük Bel Pantolon Nereden Çıkmıştır

Düşük Bel Pantolonun Hikayesi Türk giyim kültürüne Amerika' dan girmiş olan " düşük bel pantolon " un nereden çıktığını biliyor musunuz? Düşük bel pantolon icat ediliş açısından en garip hikayelerden birine sahiptir . Düşük bel pantolon ilk olarak Amerika'daki hapishanelerde kullanılmaya başlanmıştır. Nedeni ise çok ilginç. Hapishanelerdeki mahkumlar cinsel olarak kısıtlandıkları için hem cinslerine ilgi duymaya başlamışlar. Ancak o dönemlerde böyle şeylerin dile getirilmesi adamı ipe götüreceği için mahkumlar da bu isteklerini gardiyanlara belli etmeden gösterebilmek adına bir yöntem geliştirmişler. Bu yöntem yazının başlığından da tahmin edebileceğiniz üzere pantolonu biraz aşağı indirerek popoyu göstermek. Hay gözünü sevdiğimin Türk kültürü, her geçen gün senden kopup nerelere gidiyoruz!.. Hayır pantolonu ilk kullanan milletlerden biri olmasak içim yanmayacak. "Selfie" Sözüne Önerilen En İlginç Türkçe Karşılıklar>> Düşük