Dil İnkılabı
Dil İnkılabı: Türkçenin,
vatandaşlarının çoğunun anlayamadığı yabancı kökenli sözler ve dilbilgisi
kurallarından arındırılıp, Türkiye Cumhuriyeti’ nin ortak ulusal dili olarak
yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan devrime denir.
Dil Devrimi ile başlayan
gelişmelere göz atmadan önce devrimin tarihini, onu gerekli kılan nedenleri ve coğrafî
sınırlarını belirtmek devrimin anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
Dil Davası Nereden Kaynaklanıyordu?
Bilindiği gibi her dil,
yüzyıllar boyunca süregelen zamana bağlı akışı içinde bir yandan doğrudan
doğruya kendi iç yapısından gelen değişme ve gelişmelere uğrar. Buna dilin, iç tarihi ile ilgili değişmeler
ve gelişmeler de denebilir. Bir yandan da din değiştirme, yeni medeniyet
a
lanlarına girme, kültür aşılamalarına maruz kalma gibi çeşitli tarihi, sosyal ve kültürel değişmelere bağlı olarak dış yapısında değişiklikler meydana gelebilir. Buna dilin dış tarihi ile ilgili değişmeler de denebilir.
Örneğin: Gelmek, görmek, girmek kelimelerinin Türkçenin 8.-13. yüzyıllar arasındaki devresinde, kelime başında ‘k’ sesi ile kelmek, körmek, kirmek şeklinde ifade edilmesi dilin iç tarihi ile ilgili değişmesidir. Ancak Türklerin 10. yüzyıl itibariyle neredeyse tamamının İslamiyet’ e geçişiyle ‘Tengri ,Tanrı’ kelimesinin yerini ‘Allah’ kelimesinin alması ise dilin dış tarihi ile ilgili değişmesine örnektir.
lanlarına girme, kültür aşılamalarına maruz kalma gibi çeşitli tarihi, sosyal ve kültürel değişmelere bağlı olarak dış yapısında değişiklikler meydana gelebilir. Buna dilin dış tarihi ile ilgili değişmeler de denebilir.
Örneğin: Gelmek, görmek, girmek kelimelerinin Türkçenin 8.-13. yüzyıllar arasındaki devresinde, kelime başında ‘k’ sesi ile kelmek, körmek, kirmek şeklinde ifade edilmesi dilin iç tarihi ile ilgili değişmesidir. Ancak Türklerin 10. yüzyıl itibariyle neredeyse tamamının İslamiyet’ e geçişiyle ‘Tengri ,Tanrı’ kelimesinin yerini ‘Allah’ kelimesinin alması ise dilin dış tarihi ile ilgili değişmesine örnektir.
Bir dili kendi içine hapsederek
dış etkenlerden korumak mümkün değildir. Her dil ihtiyaçları ölçüsünde başka
bir dilden kelime alacak ve diğer dillere kelimeler verecektir. Ancak kelime
alışında normali aşan bir durum olduğunda dil bu durumdan zarar görür. Dış
yapıda olan ve dışarıdan gelen aşırı değişme zamanla dilin kendi doğal
sürecinde meydana gelen değişmeleri de bastıracağından dili bir tıkanıklığa
sürükler. Böylece dil, başka dillerin
boyunduruğu altına girmiş olur.
İşte bizim Tanzimat döneminde
ortaya çıkmış olan dil davası da üçlü ve melez bir dil niteliğinde olan Osmanlı
Türkçesinin geniş kitlelere mâl edilemeyen sun’ i yapısına bir tepkidir. Gerçi
Osmanlı Türkçesi devrinin kültür şartları içerisinde çok iyi işlenmiş ve bir
kültür dili haline getirilmişti ancak dilin Türkçe yanı gittikçe eridiği için
geniş halk kitlelerine seslenme vasfını yitirmişti. Çok sıradan ifadelerde bile
konuşmanın yerini mükaleme, tartışmanın yerini müsademe almıştı.
Saray ve çevresindeki zümrede
koyu bir Osmanlı- İslam kültürü yaşanıyor, dil Arapçalaşmaya, Acemleşmeye
başlıyordu ve dolayısıyla artık Türkçenin yetersizliğinden de bahsedilip hor
görülüyordu. Şeyhoğlu gibi şairlerin
Türkçeyi aşağılayan şiirleri o dönemdeki genel görüşü gözlerimizin önüne
sermektedir. O dönemlerde körelmiş olan milli şuur yüzünden Türkçe ancak halk
edebiyatında ve halka yönelmiş olan basit konulu eserlerde kendini gösterebilmiş
veya günlük ihtiyaca cevap veren bir konuşma dili olarak süre gelmiştir.
1839 yılında başlayan Tanzimat
hareketi ile Batı’ ya yöneliş dönemi başlamış ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar
nedeniyle Osmanlıca üzerinde de ıslahat gereksinimi doğmuştur ve sadeleşme adı
altında bir dil davası ortaya atılmıştır. Şinasi’ nin öncülüğünde başlayan bu
hareket Osmanlıcanın sadeleştirilmesine dayanıyordu yani onun daha anlaşılır
hale getirilmesini savunuyordu. Dilin yapısında ve örgüsünde Türkçeyi hâkim
kılmak gibi bir yenileşme anlayışı olmadığından dili ancak daha anlaşılır bir
yeni Osmanlıca merhalesine taşıyabiliyordu. Bu nedenle Tanzimat Devri bir
arayış ve deneme devri olmaktan öteye geçememiştir. Gerçi Osmanlıcanın ağırlığına
bir tepki olarak ortaya çıkan ve dildeki bütün Arapça ve Farsça kelimeleri
atmayı savunan ‘tasfiyecilik’ anlayışı da ortaya atılmıştır ancak bir denge
unsuru olarak ‘sadeleştirme’ daha ağır basmıştır. Ağır ve ağdalı bir dili
savunan ‘Fesahatçılık’ ile ‘Tasfiyecilik’ arasındaki tartışmanın en çok alevlendiği
dönem Servet-i Fünûn dönemidir. Bu dönemin sanatçıları sözlüklerdeki unutulmuş
yabancı sözleri çıkarıp kullandıkları gibi ‘şems’ten ‘müşemmes’(güneşli) gibi
tumturaklı kelimeler de türetmişlerdir.
Dil davası, sadeleşme ve
Türkçeleşme yolunda çok daha olumlu sonuçlara ulaşan şuurlu bir hareket haline
gelişini 1908’ den sonraki yıllara borçludur.
1911-1923 yılları arasını
kaplayan Milli Edebiyat döneminde “milli bir edebiyat için milli bir dil
gereklidir” anlayışı benimsendiği için bu dönemde Türk dili açısından çok
önemli gelişmeler olmuştur. Milli bir dil kullanılmaya çalışılırken halk
arasındaki canlı dil ve İstanbul Türkçesinin esas alınması Türkçenin
sadeleşmesi bakımından bir hayli yol alınmasını sağlamıştır. Bu konuda Mehmet Emin,
Ali Canip, Ömer Seyfettin vb. nin öncülük ettikleri Türkçecilik ve Yeni Lisan
akımı büyük hizmet görmüştür. Bu düşünceler daha sonra da Ziya Gökalp
tarafından sistemleştirilerek daha sağlam bir temele oturtulmuştur.
Onların açtığı çığır, “Bir
dilden başka kelime alınabilir ama kaide alınmaz” biçiminde yıllarca dillerde
dolaşan bir sözle yazılageldi. O yıllarda Arapça tamlamalardan çok Farsça
tamlamalar üzerinde durulmuş, ilk iş olarak tamlamayı oluşturan kelimelerin
yerleri değiştirilmiş tarzı-ı hayat gibi bir tamlama hayat tarzı
biçiminde Türkçenin tamlama kuralına uygun olarak belirtisiz tamlamaya
dönüştürülmüş.
Dil davasının ikinci dönemi
olarak adlandırılabilecek olan bu dönem sayesinde “Tasfiyecilik” ve “Fesahatçılık”
olarak iki zıt kutuba ayrılmış olan dil görüşleri çok sağlıklı bir şekilde
sentezlenebilmiştir. Bu dönem ile birlikte Türkçe Osmanlıcalık vasfından
sıyrılarak yapı ve örgü bakımından Türkiye Türkçesi dediğimiz modern Türkçeye
geçebilmiştir. Bu sayede de Türkçe, Cumhuriyet devrine uzun bir mesafe katetmiş
olarak girebilmiştir.
Cumhuriyet devrine girildiği
zaman dil konusunda çok iyi gelişmeler olsa da Türkçenin yapı ve işleyişine
ters düşen yığınlarca yabancı kaynaklı ek ve kelimelerle kurulmuş isim, sıfat
ve zarfların bulunuşu, sözlük, gramer ve terim meselelerinin askıda kalmış
olması dil ile ilgili çok daha fazla çalışmayı gerektiriyordu.
Atatürk, 1932’ de başlatmış
olduğu ve çalışmalarına bizzat katıldığı Dil İnkılâbı ile Türk diline devlet
felsefesinin ve milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla
eğilmiş ve çalışmaları desteklemiştir. Onun dil inkılabı ile ulaşmak istediği
hedef:
1. Aydınların dili ile halkın dili arasındaki açığı iyice kapatmak ve dilin bütünleştirici bir görev üstlenmesini sağlayabilmek.
1. Aydınların dili ile halkın dili arasındaki açığı iyice kapatmak ve dilin bütünleştirici bir görev üstlenmesini sağlayabilmek.
2.Türk diline milli bir gelişme yolu çizebilmek.
3.Eğitimi millileştirmek ve öğretimi milli terbiyenin gerekli kıldığı
şekilde milli bir eğitim diline kavuşturmak.
4.Dile işleklik kazandırarak dilin milli kültürün aktarılmasında eşsiz
bir vasıta olmasını sağlamak.
5.Dil inkılabı ile çizilmiş olan bu yola ulaşılabilmesi için dilin
millet ve kültür varlığı ile tarih şuuru içindeki yerine oturtulabilmesi.
Dolayısıyla, Türk milletine olduğu gibi Türk diline de bir kimlik kazandırılabilir.
Cumhuriyet devri dil
çalışmaları bilimsel çalışmalar ve dil inkılabı ile ilgili çalışmalar olarak
iki ayrı bölümde incelenebilir. Cumhuriyet döneminde Türk dilinin bir bilim
dalı olarak ele alınması hatta dil ve tarih konularını derinlemesine ve yan
dallarıyla inceleyecek olan müstakil bir fakültenin bile açılması bu dönemde
Türkçeye ne kadar derinlemesine ölçülerle eğilinmiş olunduğunun bir delilidir.
Dil inkılabı ile
ilgili çalışmalar ise Atatürk tarafından kurdurulmuş olan ve hatta ilk tüzük
taslağı kendince hazırlanmış olan bir dernek eliyle (Türk Dili Tetkik Cemiyeti
) yürütülmüşür. Bu çalışmaları nitelik ve yöntem bakımından Atatürk dönemi ve
Atatürk’ ten sonraki dönem olarak iki ayrı dönemde incelemek daha doğru
olacaktır.
Dil inkılabının
1932-1982 yılları arasındaki dönemini değerlendirecek olursak bu dönemde
dilimizdeki Arapça ve Farsça kökenli kelime, ek ve tamlamaların Türkçeden
temizlendiğini ve artık Türkçenin Arapça ve Farsça ile neredeyse hiçbir
sorununun kalmadığını göreceğiz. Bu
dönem çalışmaları sayesinde anadil bilinci ve sevgisi artmış, Türkçenin
korunması ve geliştirilmesi yönünde ki çalışmaların sayısı bir hayli artmıştır.
Dilimiz Osmanlıcalık vasfından sıyrılarak kendi özgün yapısına kavuşmuştur. Ancak
bu olumlu gelişmelerin yanı sıra özellikle 1960-1982 yılları arasında dil
inkılabı ile uyuşmayan aşırı özleştirmecilik anlayışının neredeyse bir akım
haline gelecek kadar yoğunlaşması nedeniyle Türkçe birçok yeni sorunla karşı
karşıya kalmıştır. Bu sorunların belli başlılarını şu noktalarda
toplayabiliriz:
1.1932 yılında
kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonra Türk Dil Kurumu adını alacaktır)’
nin kuruluşundan sonra, 1. Türk Dil Kurultayı’ nda alınan kararlar gereğince,
Atatürk’ ün direktifi ile Türk dilini en modern dilcilik metotlarıyla
incelemeyi gerektiren mükemmel bir çalışma programı hazırlanmıştır. Ancak daha
sonra Atatürk devrinde bu programın bazı maddelerine uyularak çalışmalar
yürütüldüğü halde Atatürk’ ten sonraki dönemde bu çalışmalar dil inkılabından
çok farklı bir yöntemle ilerlemiştir. Hatta bir yöntemsizliğin eline düşmüştür
denebilir. İşte bu gün ortaya çıkan sorunların büyük bir kısmı bu yanlış
yönlendirmeler yüzündendir. Atatürk döneminde hazırlanmış olan çalışma
programında Türkçenin yapı özelliklerinin ve türetme imkanlarının belirlenmesi
için derinlemesine çalışmalar yapılması yer aldığı halde Atatürk’ ten sonraki
dönemde Arapça, Farsça kökenli her söze bir Türkçe karşılık arandığı halde ana
kaynaklara derinlemesine inen bir ekler sözlüğü bile hazırlanmamış bu nedenle
de Türkçenin yapı ve kurallarına ters düşen birçok kelime türetilmiştir.
2. Özleştirmeciliğin
dildeki bütün yabancı kökenli kelimeleri atma düşüncesi Türkçe üzerinde büyük
bir kargaşaya sebep olmuştur. Halk ağızlarına ve eski kaynaklara inerek yapılan
çalışmalar sonucunda artık tamamıyla Türkçeleşmiş kelimeler yerine buralardan
elde edilen Türkçe kökenli oldukları düşünülen kelimeler getirilmeye
başlıyordu. Kalem kelimesi yerine yazgaç, çizgiç, yavuş ve yoğuş gibi her biri ayrı
lehçelerden gelme kelimeler öneriliyordu . Türkçenin ses ve şekil bilgisine
uymayan ve Türkiye Türkçesinin tarihi gelişim sürecine ters düşen bu kelimeler
anlaşılmıyor aksine birer yabancı kelimeden farksız duruyorlardı. Bu kelimeler
basılı yayında yer almaya başlayınca bu durum bir kargaşa ve anlaşmazlık
yaratıyordu. Elbette ki böyle bir anlayış ne dil inkılabının felsefesine ne de
milli kültür politikasına uyuyordu.
Özleştirme
çalışmalarının tasfiyecilik ile böyle bir çıkmaza girdiğini gören Atatürk: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı
olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur.
Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır, biz
daha önce kurtarmaya bakalım” demiştir.
Atatürk 1936 yılından
sonra artık tasfiyeciliğe de itibar etmemiş Türkçenin ana kaynaklarına inen
çalışmalar yapılmasını telkin etmiştir. Diğer yandan da millete köklü bir
tarih-dil şuuru aşılamak istemiştir. Atatürk tasfiyecilik anlayışının dili bir
çıkmaza sürüklediğini görmüş ve Güneş Dil Teorisini tasfiyeciliğin önünü pratik
bir şekilde kapatmak için kullanmıştır. Bu teoriye göre Türkçe madem dünyadaki
en eski dillerden biriydi o zaman o zaman bütün dillere de kaynaklık etmiş
demekti. Bu nedenle de yabancı kökenli olduğu düşünülen kelimeler de aslında
Türkçe kökenli idi. Bu düşüncenin ışığında dilden her türlü yabancı kelimenin
atılmasına gerek olmadığı ve halkın büyük çoğunluğu tarafından bilinen ve
edebiyatta da bolca kullanılan kelimelerin atılmaması gerektiği düşüncesi açığa
çıkmıştı. Atatürk bu konudaki düşüncelerini şu sözleri ile ifade etmiştir: “ Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz.
Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine
bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’ e söyledim, “ketebe”, “yektübü”
arabındır katip, kitap, mektup Türkündür”.
3. Dilcilik açısında
bugün üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri yeni durumlardan
doğan ihtiyaçlar nedeniyle Batı dillerinden Türkçeye giren yabancı kaynaklı
kelime akınıdır. Artık günlük konuşmamıza bile girmiş olan bu kelimelerin
birçoğu Türkçenin yapı ve kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Günlük kullanıma dahil
olan bu kelimelerin çoğuna yeni Türkçe karşılıklar bulmak mümkündür. Bilgisayar teknolojisi ile birlikte 20.000
elektronik teknolojisi ile de 10.000 civarında terim ve kelime meydana
çıkmıştır. Fransızca, Rusça, Japonca gibi dillerin çoğu bu yeni kelimeler için
kendi dillerinde karşılıklar bulmuşlardır. Bu terim ve kelimelere karşı da
Türkçe karşılık arayışları olsa da bunlar için daha köklü ve bilimsel
çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Ayrıca dilimiz Doğu
ve Batı kaynaklı bilim terimlerine ve yeni durumların açığa çıkardığı
kavramlara karşı yeni Türkçe kelimeler türetme sorunu ile de karşı karşıyadır.
4. Her dil gibi
Türkçe de içinde bulunduğu kültürel ve sosyal şartlara bağlı olarak Farsça,
Rumca, Sırpça, Rusça ve Romence gibi birçok dile kelimeler vermiş ve bu
dillerden kelimeler almıştır. Dilimiz dışarıdan almış olduğu bu kelimelerden
bir kısmını kendi kural ve yapı süzgecinden geçirerek onları Türkçeleştirmiştir
(Nerdbân/merdiven, zukak/sokak, taht’ ı
kâl’ a/ Tahtakale gibi). Artık bu kelimeler birer Türkçe kelimeden farksız hale
gelmiştir.
Türkçeleşmiş
kelimeleri halkın büyük çoğunluğu anladığı için ve hatta ek alarak yeni
türetmelerde bile kullanılabilir hale geldikleri için bu kelimeleri dilden
atmak dili büzüştürür ve zayıflatır. Tasfiyecilik anlayışı ile halkın ortak
kültürüne mal olmuş bu kelimeleri dilden atmak onu zararlı bir şekilde budar ve
yüz yıllar boyunca elde etmiş olduğu ifade gücünü zayıflatır.
5. Tasfiyeciliğin
doğurduğu sakat uygulamalardan biri de Türkçe zannı ile yabancı kelimelerin
dile sürülmesi veya öz be öz Türkçe olan kelimelerin yabancı kökenli olduğu
sanılarak dilden uzaklaştırılmasıdır. Mecburiyet ve zaruret kelimelerine
karşılık olarak öne sürülen ve ‘zor’ kelimesi Türkçe sanılarak türetilen
‘zorunluluk’ sözü aslında hartalıdır. Çünkü zorunluluğun kökü olan “zor”
Farsçadan dilimize geçmiştir ve dilimizde tek başına anlamı olmayan “zorun”
gibi bir sözün ortaya çıkmasına da sebep olmuştur.
6. Her dilin olduğu
gibi Türkçenin de yapı ve işleyişini belirli bir sisteme bağlayan kurallar
topluluğu ve grameri vardır. Oysa özleştirmecilik adı altında yürütülen
çalışmalarda bu durum göz ardı edilmiş ve türetme yapılırken Türkçe bir
kuralsızlığın içine bırakılmıştır.
Dilin kurallarına
uygun olmayan kelimeler dil ile düşünce arasındaki bağı koparır. Çünkü
zihindeki her kavram ile o kavramın karşılığı olan kelime ile arasında bir
bağlantı ve denklik söz konusudur. Bu denklik ve bağlantılar dilin ortak
kuralları ile sağlanır. Örneğin: Giy- fiiline “-Im” eki getirilerek türetilen
“giyim” sözünü duyduğumuzda aklımızda ilgili kavrama dair bir şeyler hemen
canlanır çünkü fiile getirilen “-Im” eki bir fiil olan giy- sözüyle
kullanılmıştır. Fakat aynı ek “tasarım” sözünde kullanıldığında ilgili kavram
zihinde hemen canlanamaz çünkü ek bu sefer bir isimle birlikte kullanılmıştır.
Dilin bu türlü
uygulamalarla bağlı bulunduğu kurallardan ve sistem yapısından koparılmış
olması yeni kelime türetme şartları bakımından onu donmuş bir takım kelime
kalıpları içine sıkıştırmakta, kendi kendini geliştirerek işleklik kazanmasına
engel olmaktadır. Bu durumda dil Osmanlıca gibi sadece belirli bir zümrenin
anlayabildiği bir iletişim aracına dönüşmektedir.
Görüldüğü gibi
tasfiyecilik düşüncesinden açığa çıkan bu durumlardan dolayı dil inkılabının
hedeflerinden uzaklaşılmakta ve dil inkılabına t6ers düşen bu gibi uygulamalar
yüzünden dil birleştiricilik ve bütünleştiricilik vasfını kaybetmektedir.
7. Ne olursa olsun
Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmama isteği üzerine Türkçeleşmiş olan sözlere
de karşılık arama gayreti yüzünden bir kelimeye birçok anlam yüklenmiş ve bu da
dilin inceliklerinden mahrum kalmasına neden olmuştur. Örneğin: Neden kelimesi
“sebep, vasıta, münasebet, dolayı” kelimelerine karşılık olarak
kullanılmaktadır. Aslında aralarında çok küçük anlam farklılıkları olan bu
kelimelerin o zengin yönleri bir tarafa itilmiş ve Türkçe gereksiz bir budama
ile fakirleştirilmeye başlanmıştır.
Ayrıca atasözleri ve deyimlerde de kullanılan sözlerin de yerine
yenilerinin getirilmesi ile bu güzel sözler anlam dolgunluklarını yitirmiş ve
değerlerini kaybetmişlerdir.
8. Yeni türetilen ve
Türkçenin kurallarına uymayan kelimeler dile oturmadığı için dil ile sosyal
yapı, dil ile düşünce arasındaki bağı koparmıştır. Artık dil sadece belirli bir
zümrenin anlayabildiği bir yapıya bürünmüştür.
Dil bir kültür
yaratıcı olarak da karşımıza çıkar. Çünkü duygu ve düşüncenin tam ve eksiz
olarak anlatılabilmesi dilin mükemmelliğine bağlıdır. Üstün düşünceler ancak
mükemmel bir dil ile açığa çıkartılabilirler Dil yönünden zayıf olan bir
milletin doğal olarak kültürü de zayıf olacağı için üst kültürlerden daha çok
etkilenecek ve kültür aşılamalarına daha da açık hale geleceklerdir. Atatürk
bunu çok iyi bildiği için dil ve tarih araştırmalarını bir arada yürütmüş ve
güçlü bir kültürün açığa çıkartılabilmesi için çalışmıştır.
Özellikle 1962 ve 1982 yılları
arasındaki aşırı özleştirmecilik hareketi yüzünden dilimiz ve doğal olarak
kültürümüz büyük zarar görmüştür . Atatürk’ ün düşünceleri milli değerleri
vazgeçilmez kılarken aşırı özleştirmeciler bu değerlere sırt
çevirebilmektedirler. Buradan da çok iyi görülüyor ki özleştirmeciler dil
inkılabının amaçlarından sapmış ve ona ters düşen çalışmalar içine
girmişlerdir. Yaptıkları çalışmalarda dile ve kültüre zararlı yanları ağır
basmaktadır. Dilde inkılâpçılık ile özleştirmecilik hareketleri felsefeleri
açısından birbirleri ile bağdaşmadıkları gibi amaçları bakımından da birbirleri
ile bağdaşamamaktadırlar.
Pars Halil (Sokak Lambası)
KAYNAKÇA
Pars Halil (Sokak Lambası)
KAYNAKÇA
Korkmaz, Zeynep, Nisan 1983,Türkçenin Bu
Günkü Sorunları, Milli Kültür,C. III, S. 39, s. 2-9.
Zeynep Korkmaz, Türk Dili
Üzerine Bilimsel Araştırmalar, TDK, 2005, s.651-657
Zülfikar, Hamza, Mart 2010, Dünden Bugüne Türkçe, Türk
Dili, Sayı: 698, 122-125
Zülfikar, Hamza, Mart
2010, Dünden Bugüne Türkçe, Türk Dili, Sayı: 697, 50-58
Bana ait olan bu yazının başka bloglarda izinsiz olarak yayınlanmasını ve üstüne üstlük yazarların bu yazıyı kendilerine aitmiş gibi paylaşmalarını esefle kınıyorum!.. Lütfen yazıyı ya sayfalarınızdan kaldırın ya da nereden alıntı yaptığınızı belirtin!..
Bana ait olan bu yazının başka bloglarda izinsiz olarak yayınlanmasını ve üstüne üstlük yazarların bu yazıyı kendilerine aitmiş gibi paylaşmalarını esefle kınıyorum!.. Lütfen yazıyı ya sayfalarınızdan kaldırın ya da nereden alıntı yaptığınızı belirtin!..